MEDET HARMANDA


Bu gün babalar günü.... Babası sağ olupta onun hayır duasını alanlara ne mutlu. Sizlere 2008 Mart ayında kaybettiğimiz, Nevşehir Cumhuriyet İlköğretim Okulu Müdürü değerli eğitimci Medet HARMANDA'nın "Ezelden Ebede Dergisi" için kaleme aldığı yazıyı sunuyoruz. Kabrin nur , mekanın cennet olsun Medet Öğretmenim.
BİR KOR DÜŞTÜ YÜREĞİME
Yıl 1981. Karadeniz’in incilerinden; yeşili, mavisi karışmış, tombul fındıklı Ordu ilinde kuralarımızı çekmiştik. Mesudiye’nin Birebir köyü, Hatipli Mahallesine gidecektim.
Türkiye’nin değişik illerinden gelmiş on dört arkadaş hemen bir araba bulup, fındık bahçelerinin, yeşilin içine seyrek bir şekilde yerleştirilmiş evlerin arasından Mesudiye’ye doğru yola çıktık.
Akşama doğru ilçeye geldiğimizde, resmi daireler kapanmıştı. İkisi Adananlı biri Ispartalı üç arkadaşımla bir otel bulup yerleştik.
Mesudiye iç kısımlarda bir ilçemiz olduğundan gelip geçeni, otelde kalanı az, belki de hiç yok. Yazdan beri bu otel odasında soba yanmadığı belli. Şimdiye kadar çok az insanın yattığı yataklarımıza uzandık. İlçenin ve çevrenin kısa bir değerlendirmesini yaptıktan sonra, kimi memleketine mektup yazmaya, kimi çantasında getirdiği gazeteleri okumaya başladı.
Ben, başım ellerimin arasında, tavana doğru dalmış, geride kalan anamı, babamı, kardeşlerimi düşünüyorum. Gideceğim köyü, okulu, öğrencileri, bu değişik çevrenin hayalini kurarken Seyrani’nin otelciye:
- “Hele gardaş, şu sobayı yak. Biz Adanalıyık. Böyle soğuklara alışık değilik. Öyle değil mi bre Medet?” sözleriyle kendi hayal dünyamdan ayrılıp gülümsüyorum.
- Öyle be Seyrani. Akdeniz şimdi böyle değildir. Sıcacıktır ana kucağı gibi.
Otelci ellerini bir oğuşturup bir üfleyerek çam kozaklarını sobaya doldurdu. Çok çabuk ısınan ve çabucak soğuyan odamızda geç vakitlere doğru uyuduk.
Sabah doğru İlçe Milli Eğitim’e gittik. Evraklarımızı doldurduk. Gerekli evrakları aldıktan sonra gideceğimiz köylerin arabalarını sormak için daireden ayrıldık. Hepimizin yüzündeki ifadeler değişikti. Kimimizin köylerinin yolları kapalı, kimimizin okulları hiç açılmamış. Kafamızda bir sürü endişeyle esnaflara nasıl ve ne ile gideceğimiz soruyorduk. “Senin köyden biri var.” dediler. Adamı bulduk. Bir kahveye gidip biraz oturduk. Adamcağızı soru yağmuruna tutuyorduk. “Okulda öğretmen var mı? Lojman var mı? Köyün yolu, elektriği var mı?” vb. bir sürü soru… Adamcağız anlatıyor. Daha iyi daha güzel gösterebilme gayretiyle… Çaylarımız bittikten sonra kalktık.
Kasasının üstüne çadır çekilmiş bir kamyonun üstüne bindik. Etrafı pek göremiyordum.
Kamyon virajlara girdikçe düşmemek için dengemizi sağlamaya çalışıyor, köşe kapmaca oynar gibi bir o köşeye bir bu köşeye koşuyorduk.
- İnelim Hocam!” dedi adam.
Hiç tükenmeden büyük bir sabırla deryasına ulaşabilen sularımızdan, Melet çayının üstünden, büyükçe bir ağaç köprüden geçtik. Yokuşu tırmandık.
Yıllardır özlemini çektiğimiz öğretmenlik mesleğine başlamanın, gerçek yuvamız olan okulumuza kavuşmanın sevinç ve heyecanıyla 5 Ocak’ın azgın rüzgârları sanki saçlarımızı okşayan ılık Akdeniz meltemi gibi geliyordu. Bana öyle geliyor ama yol arkadaşım için hiç de öyle değildi.
Sırtında büyük ve ağırca bir çuval, elinde iki üç de paket vardı. Boş bir insanın bile zor yürüyebileceği rüzgâra doğru bu yükle yürümek gerçekten güçtü. Yan dönerek rüzgârı yarmaya çalışan köylümün, elindeki paketleri aldım.
Vakit ikindi olmuştu. Birlikte yolculuk yaptığımız amcanın evine vardık.
Daha önce kartpostallarda, ressamların tablolarında gördüğümüz evler… Ağaçlar üst üste çakılmış, köşeleri ayrı bir şekil oluşturmuş. Ekleri yok. Ağaçlar bütün olarak kullanılmış. Bizim kiremit kullandığımız çatıya da tahtaları kısa kısa keserek üst üste döşemişler.
İçeri girdik. Benim şaşkınlığım hâlâ devam ediyordu. Evin içi, tabanı, tavanı hep ağaç. Duvarlar; dolap ve raflarla güzelleştirilmiş, tamamen ağaç. Duvarların dibinde boydan boya sabit olarak yapılmış, içi anbar olarak kullanılan sedirlere oturduk. Oturacağım yere ve ayağımın altına koyun postu koydular.
Fazla konuşulacak bir şey olmadığı için kaçamak bakışlarla etrafı inceleyip zamanı doldurmaya çalışıyordum. Küçük pencereden dışarı bakıyorum. “Allah Allah! Herhalde dünyanın başka bir yeri daha yoktur ağacın bu kadar cömertçe harcandığı” diye düşünüyorum. Evin bahçesini çevreleyen çitte çivi bile kullanılmamış. Bilek kalınlığında 10-15 metre uzunluğundaki meşe ve gürgen fidanlarıyla sanki sepet örer gibi örmüşler. Binlerce fidandan meydana gelen bu fıraktular (çitler) evin etrafına güven ve güzellikten başka insana hüzün de veriyor. Belki de haklıdırlar diye düşündüm. Bu kadar bol ki bol kullanıyorlar. Ya bir de İç Anadolu bölgemizdeki uçsuz bucaksız bozkırları görseler… Yaprağını koparırken bile korkarak koparırlar.
Hava kararmaya başlamıştı. Fazla vakit geçirmeden okula gitmeliydim.
- “Amca artık beni okula götürsen iyi olur.” dedim.
- “Hocam, akşamlayalım, bugün burada kal, yarın gidersin.” dedi.
- Buraya kadar geldikten sonra artık uzak sayılmaz.
Yanıma iki genç çağırdı. Geldiğimiz köyden ayrıldık.
- “Çocuklar nereye gidiyoruz, köyden ayrılmadık mı?” diye sordum.
- “Hocam burası Kadıran, Birebir’in ayrı bir mahallesi. Seninle Hatipli’ye gidiyoruz.” dediler.
Ben, Karadeniz’de evlerin aralı olduğunu görmüştüm. Çok sürse yarım saat sürer diye düşündüm. Hâlbuki gideceğimiz yer ayrı bir mahalleymiş. İki saatlikmiş.
Ellerinde sapları uzun, küçük baltalar. 25-30 cm’ye yakın karda hızlı hızlı yürüyorduk. Gelin gibi beyazlara bürünmüş yemyeşil çamların, heybetli gürgenlerin arasından iki buçuk saat kadar yürüdükten sonra geç vakit öğretmen arkadaşımın evine vardık.
Biraz şaşkın olmakla beraber sevinçle karşıladı arkadaşım. Çünkü o mahalleye öğretmen beklemiyormuş.
Köylüler toplanmaya başladılar. Zaten on yedi haneymiş. Kahvehane yok. Öğretmen neredeyse köylüler orada. Lambanın etrafına toplanan kelebekler gibi. Yeni öğretmen gelmiş diye hepsi sevinçli…
Hepsi değişik sorular sorarak hem meraklarını gideriyorlar hem de yeni öğretmenlerini tanımak istiyorlardı. Memleketimizden, ekip biçtiğimizden, törelerimizden, memleket meselelerinden. Kısa ve öz, biraz da soruluş amacına göre cevap vermeye çalışıyordum. Biraz da dikkatli. Memleketimiz o günlerde zor bir dönem geçirmiş. O beldelerimiz de olumsuz yönden az da olsa nasibini almıştı.
Bazıları dikkatlice bakıyorlar yüzüme. Acaba diyorlar kendi kendilerine acaba…
Kafalarından geçenleri, ne düşündüklerini okuyor gibiyim. Onların korktukları değil, sevip saydıkları, özlem duydukları, hasretini çektikleri, bağrına basacakları bir öğretmen olacağımı, onlara zamanla gösterecektim. Çünkü biz Türkiye Cumhuriyetinin öğretmenleri olarak, Türk insanına, Türk vatanına faydalı olacaktık. Kanayan yaralarına merhem olacaktık. Amacımız buydu. Bu düşünceyle çıkmıştık bu kutlu yola.
Kimisi sevgiyle, umutla bakıyor yüzüme. Bazıları soluk yüzlü. Bazılarının saç ve sakal tıraşı çoktan geçmiş. Candan insanlar. Umutla, sevgi dolu gözlerle bakıyorlar gözlerimin içine. Güven veriyorlar bana. Bu kadar sıcak bir ilgi, bu kadar sevgi ve hürmet. Böyle insanlar arasında hasretlik çekmem mümkün değil. Allah’tan iyi bir yere çıkmış tayinim diye geçirdim içimden.
Meslektaşımla sabah okula gittik. Üstü camii, altı okul. Vakit namazları evlerde kılınıp, yalnız Cuma namazları burada kılınıyormuş.
Sınıfları paylaştık. 4. ve 5. sınıfları ben okutacaktım. Altısı kız, üçü erkek dokuz öğrencim vardı. Geleceğin umudu, yarınların güvencesi, Büyük Türkiye kalesinin temel taşları.
Ata’nın “Öğretmenler yeni nesil sizlerin eseri olacaktır” sözünün idraki içinde; azimle, sevgi dolu başladık şerefli, şanlı bu kutsal mesleğe.
Artık ana, baba, kardeş, sevgili, düşüncelerinin yanına; görev, öğrenci yetiştirme sorumluluğu da almıştık omuzlarımıza.
Elimize teslim edilen bu körpecik sevgi yumaklarını, geleceğin Yunus’ca sevdalanan, Mevlana’ca çağıran, Sinan’ca yapan, Fatih’ce fetheden insanları olarak yetiştirecektim. Yarınların alplerini, erenlerini…
Eğitim Enstitüsünde okurken elleri öpülmeye layık muhterem bir hocam şöyle demişti: “Çok okuyun, kendinizi çok iyi yetiştirin. Hem öğrencileriniz hem vatandaşlar için. Sizler halkın gözünde her şeyi bilensiniz. Bilge kişisiniz. Koyunu hasta olsa çaresini size sorar. Radyodan bir haber dinlese yorumunu sizden ister. Eğer tatmin edici cevap veremezseniz hem şahsınıza hem öğretmenlik mesleğine leke getirirsiniz.”
Şimdi düşünüyorum da öğretmenim ne kadar haklıymış. Eğer hocamın dediği gibi doyurucu cevap verirsen saygıyla “hocam”, veremezsen kaba bir şekilde “hocaa” diyorlar.
Akşamları evlerde toplanıyorduk. Sohbetler çok tatlı. Bitip tükenmek bilmeyen askerlik hatıraları. Bir de içinde çavuş veya onbaşı olan varsa tamam. Bol yalanlı askerlik ve avcılık hatıralarını gülerek dinliyorduk. Hele bunların yanında esas sohbet konuları atlar. Herkes kendi atını övüyor. Gerçekten de ne kadar övülse azdır Karadeniz’de atlar.
Savaşta ve barışta Türklerin cefakâr ve vefakâr yoldaşı. Hâlâ özelliğinden bir şey kaybetmemiş. Duruşları bambaşka. Yeleleri kıvrım kıvrım, nazlı akan Fırat Nehri misali… Kırlar, yağızlar, allar ve dorular. Sanki geçmişten bir köprü günümüze. Bir bağ… Ecdat selamını, yiğitlik ve mertlik mesajını veriyorlar bize. Yürüyüşü, sekişi, kafasını vücuduna doğru çekip yerinde durmayışı… Onlar da atalarının, üstünde Fatihle denize dalıp askere cesaret verdiğini, Yavuzla Mısır seferinde şahlanışını biliyorlar sanki.
Maaşlarımızı almaya biz de o cefakâr ve vefakâr dostlarla gidiyorduk. Her tarafı gümüşlerle kaplanmış eğerler, koşumlar. Hele o kırbaçlar. Ne idi o güzellik onlardaki. Gümüş işleme sanatı, belki de bunlardaki kadar başka yerde ifadesini bulmuyordur. Başka köylerden araba ile gelen arkadaşlarımıza hava olsun diye; ya çizmelerimize sokuyorduk ya da görülecek şekilde belimize.
Günler, haftalar, aylar böyle geçip gidiyordu. Beni bir kış günü bembeyaz gelinliklerle karşılayan, dünyanın en sağlam ağacı benim dercesine Karadeniz’in nemli havasında başı sanki bulutlara kavuşurcasına uzayan o ulu gürgen ağaçları, önce kızardı; sonra her tarafı zümrüt gibi bir yeşillik ile mis gibi bir koku kapladı.
Cumartesi, pazar günleri atlara binip bu eşsiz yeşilliğin içinden yayla pazarlarına çöp kebap yemeye, yakın köylere öğretmen arkadaşlara ziyarete gidiyorduk.
Günlerimiz öyle güzel, öyle neşeli geçiyordu ki; taa 23 Mayıs’a kadar…

Mahallemizde elektrik var fakat televizyon yoktu. 19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramını televizyondan seyretmek için Birebir’e gittik. O köyün yerlisi olan öğretmen ağabeyimize misafir olduk. Ben televizyonda bayram gösterilerini izliyordum. Arkadaşım Ali ile Turan Hoca da tavla oynuyorlardı. O anda içime anlam veremediğim garip bir sızı çöktü. Sanki içime bir kor düşmüştü. Uzun zamandır memleketimden haber alamıyordum. Kalktım. Ben buraya kadar gelmişken bir telefon edip geleyim, dedim. Öğretmen arkadaşlar: “Bir at bul, üç saate karakola varıp gelemezsin” dediler.
Gitmek için at mı bulamadım yoksa televizyondan mı ayrılamadım bilemiyorum, telefon etmeye gitmedim.
O gün çevremizdeki diğer okullara haber göndererek 23 Mayıs’ta oradaki bütün köylerin yaylasına kır gezisine gitmek için karar verdik. Altı okulun öğrencileri, sekiz öğretmen yaylada buluştuk.
Okullardan gelen üç büyük bayrağı Adanalı arkadaşım Seyrani ile serin havası, buz gibi suyu, yeşille kaplanmış toprağıyla kartalların uçtuğu, şahinlerin yuva yaptığı, kurtların dolaştığı bu güzel yaylaya yan yana diktik.
Yayla belki de varoluşundan beri bu kadar güzel, bu kadar heybetli olmamıştır. Yeşilin üstünde al bayrak rüzgârını da bulunca öyle yakıştı ki… Öyle dalgalanışı vardı ki… Seyrani ile birlikte:

Çırpınırdın Karadeniz bakıp Türk’ün bayrağına
Ah ölmeden bir görseydim düşebilsem toprağına
Sırmalar sarsam koluna, inciler dizsem yoluna
Fırtınalar dursun yana, selam Türk’ün bayrağına


mırıltı halinde söylemeye başladık.
Arkadaşların yanına geldiğimizde marş da bitmişti. Bütün öğrencileri karıştırıp değişik oyunlarla gruplandırdık. Biz de öğretmen arkadaşlar ve büyük öğrencilerle iki takım kurup futbol oynamaya başladık. Bir an gözlerim çamların arasından bize doğru gelen iki kişiye ilişti. Pek belli olmamakla birlikte birinin resmi kıyafetli olduğu anlaşılıyordu. İçimden bir şeylerin koptuğunu hissettim. Dizlerimin bağı çözüldü. Topun peşinden koşamadım. Olduğum yere dizlerimin üstüne çöktüm. Arkadaşlar ne oldu, koşsana diyorlardı. Ben de bilmiyordum ne olduğunu… Fakat koşamıyordum...
Bu arada o iki kişi epey yaklaşmıştı. Artık kim oldukları belli oluyordu. Biri bizim ev sahibi Ramazan Dayı, biri de postacıydı. Yanımıza geldiler. Herkes başına toplandı. Bir anlam veremiyorduk. Meraklı gözlerle hepimiz postacıya ve Ramazan Dayıya bakıyorduk. Nedir? Taa buralara kadar postacı niçin gelmiştir? Çünkü buralara kadar gelebilmesi için en az dört saat yürümesi gerekiyordu.
Selamlaştıktan sonra postacı çantasından bir kâğıt çıkarıp, birlikte çalıştığımız arkadaşıma verdi. Ramazan Dayı büyük büyük bana bakıyordu. Ali okuduktan sonra bana uzattı. Korka korka aldım: “Baban çok hasta acele gel” yazan bir telgraf. O anda ne düşündüm bilmiyorum. Rüzgârların çiçeklerle eğleştiği bu yemyeşil, çam kokulu güzel yayla aniden simsiyah bir cehennem olup beni yakmaya başladı.
Aklıma her şey geliyordu. Dünyada ne kadar kötü olay varsa hepsi kafamda canlanıyordu. İçinden en iyisini seçmeye çalışıyordum. Keşke telgrafta yazdığı gibi olsa… Allah’ım telgraf doğru olsun. Daha kötüsü olmasın diye dua ediyordum.
Hemen öğrencileri topladık. Vedalaşıp her okul kendi okuluna doru yola çıktı. Boğazımda hıçkırıklar düğümleniyor. Yutkununca gözlerimden yaş olarak dökülüyordu. Öğrencilerimin yanında ağlamak istemiyordum. Gözlerim doluyor, önümü göremiyordum.
Sesli ağlamak ayıbıma gidiyordu. O zamana kadar erkeklerin ağlamasını ayıp bilirdim. Varsın olsundu. Dünyanın en ayıp şeyi, en büyük suçu bile olsa ağlamalıydım. Dişlerimin birbirine geçmemesi için üç parmağımı ağzımda tutuyordum. Vücudum uyuşuyor, kanım donacakmış gibi oluyordu. Bağıra bağıra ağlamalı, içimi boşaltmalıydım.
Bir ara öğrencilere baktım. Çoğu bana bakıp sessiz sessiz ağlıyordu. Onların sevgi dolu gözlerini yaş dolu görünce durmam mümkün değildi. Öğrencilerim; ağla ağla öğretmenim, nasıl ağlamak istersen öyle ağla diye izin vermişlerdi sanki bana. Artık saklamaya gerek yoktu. Ben de bıraktım sesimi çıktığı kadar.
Daha önce çobanların yanık kaval sesine alışmış olan yayla yolları, bir yabancının, bir Burdurlu öğretmenin ağıtlarını dinliyor, gözyaşlarıyla ıslanıyordu.
Okula geldik önce. Bütün öğrenciler ağlayarak elimi öpüyorlardı. Onları öyle görmek, beni daha çok hüzünlendiriyordu. İçimde çaylar, ırmaklar gözlerime çevrilmişti sanki. Şimdiye kadar akmak için yol arayan çağlayanların yol bulup akmasına dönmüştü gözlerim. Artık utanmak, “Erkekler ağlamaz, ağlasa da gözyaşları içine akar.” sözü benim için geçerli değildi.
O zamana kadar benim için vatanlaşmış olan Hatipli, iyice zalim bir gurbet olmuştu. Ben de ıssız bir yerde yalnız kalmış tek başına bir garip...
Eve gittik. Postacı da yanımızda. Bütün köylüler kadın erkek hepsi toplandı. Daha önce duymuşlar acı haberi. Fakat benden saklamışlar. Beni teselli etmeye çalışıyorlardı. “Belki hastadır. Belki hayırlı bir şeydir, seni gelsin diye böyle bir yalan yazmışlardır.” diyorlardı. Konuşulanların çoğunu duymuyordum zaten. Başımda müthiş bir ağrı ve kafamda karmakarışık düşünceler…
Telgrafı aldıktan sonra hâlâ köyde kalmak, yarına kadar beklemek beni kahrediyordu. Sabaha kadar bekleyip saat dörtte çıkmamız gerekiyordu. İki saat yürüyüp yola çıkacaktık. Oradan da kamyon, traktör ne gelirse Mesudiye’ye gideceğiz. Yatmadık o gece. Sağ olsun köylüler de gitmediler. Postacıyla şafak vakti çıktık yola. İnce yollar uzadıkça uzuyordu. Ne bitmek biliyordu ne tükenmek. Mesudiye’ye vardık. İzin almak için Milli Eğitim Müdürlüğüne vardım. Zaten durumumu biliyorlarmış. Bana gelen telgraf beşinci telgrafmış. Sürücülü gönderilmiş. Özel ücrete tabiiymiş sürücülü telgraf. Aslında o kadar paraya o kadar yayan yürünmez. Postacının insan evladı oluşundan. Para için yapılacak bir iş değil çünkü.
Yedi gün izin verdiler. Önce Ankara’ya, oradan Burdur’a, oradan da Çavdır’a gideceğim. Hiç durmadan gitsem yirmi saatlik bir yol. Nasıl biter, nasıl tükenir?
Kanatlarından vurulmuş yaralı bir kuş gibi düştük yollara. Daha önce iki, üç sefer gelip geçtiğim bu yolların bu kadar uzun olduğunu bilmiyordum. Otobüslerin daha önce yemek ve ihtiyaç için verdikleri zamanları az bulurken, aynı zamanlar şimdi bana asırlar kadar uzun geliyordu. Şoförlerin sürat yapışına devamlı kızan ben, aynı şoförleri şimdi kağnı sürücüleri olarak itham ediyordum.
Bitmek tükenmek bilmeyen, otobüslerin camından seyrettiğim bu ince yollar da bitti ve Burdur’a vardım. Çavdır arabaları çoktan gitmiş. Ya özel olarak gideceğim ya da ertesi güne kalacağım. Hemen bir taksi tutup halam gile gittim. Telgrafı anlattım. “Bir şey yoktur. Önemli bir durum olsa biz duyardık, biz akrabayız, biz mutlaka duyardık.” dedi. Yüreğime su serpilmişti. Gerçekten doğru diye düşündüm. Babamla öz amca çocuklarıydı. Babamı severlerdi. Ona bir şey olsa giderlerdi mutlaka. O kadar güzel inandırdı ki beni. Hâlbuki bir gün önce gelmişler bizden.
Taksileri vardı halamların. “Fethi! Ağabeyini götür.” dediler. Doksan km daha yolum kalmıştı. Halamın sözleriyle birazcık ferahlamıştım. Fethi ile sohbet ederek gidiyorduk. Çavdır’a yaklaştık. Tefenni’ye varmıştık. Karşımızdan aile dostlarından birinin arabasının geldiğini gördüm. Fethi’ye “Abim, şu arabaya işaret ver de durdur.” dedim. Keşke görmeseydim, durdurmasaydım. Acı gerçeği yarım saat sonra öğrenirdim.
Skoda yanımızda durdu. Babam ne oldu diye sordum. O da duymuş da geliyor zannederek: “Dört gündür senin için beklettik, artık gelmez diye dün toprağa verdik. Başın sağ olsun.” dedi. Dünya denen yuvarlak kapkara bir cehennem olmuştu o an. Yaşamakla ölmek arasında bir tercih yapılsa hiç düşünmeden ölmek derdim. Fakat düşünmeyi bile kaybetmiştim.
Gözlerimi açtığımda bütün sevdiklerim; anam, Almanya’daki ağabeyim, Antalya’dan ablam, dayı, amca, hala, teyze, eş, dost kim varsa hepsi başucumda. Yalnızca babam, canım babam yoktu. Hâlbuki başka zaman geldiğimde ilk karşılayan, arabayı bekleyen babam olurdu. Şimdi yoktu. İlk değil, sonuncu olarak bile yok. Ahh! Canım babam…
Seni geldiğimde böyle bulamayacağımı bilsem doya doya sarılmaz mıydım. Koklamaz mıydım toprak kokan yüzlerini. Candan yürekten öpmez miydim nasırlı ellerinden.
“Kalk aklını başına topla. Okumuş yazmış adam. Sen böyle yaparsan bizim gibi cahiller ne yapar?” dediler. “Bak sizleri okuttu, adam etti bunca yokluğun içinden. Gözü arkada gitmedi. Allah tarafından vadesi yetmiş. Sizler sağ olun. Bu kadar üzülünmez. Ölenle ölünmüyor.” diye bir sürü teselli sözü…
Benim içim yanıyordu. Yanar dağların volkanları gibi. Birileri demirden eldivenler takmış, içimi yoluyor, parçalıyordu sanki. “Babam, canım babam beni de götür. Niye haber vermeden gittin. Hani öğretmen oğlunun maaşıyla neler alacaktın. İnsan sevdiklerini böyle zamansız bırakır mı? Çocuklarımı bir sofraya toplayamadım, derdin. Bak biz toplandık. Fakat şimdi de sen yoksun aramızda!” diye bağırıyorum, sesim çıkmıyor. Ağlıyorum, gözümden bir damla yaş akmıyor. Kurudu özüm sanki.
Ablam sessizce ağlayıp beni görmesin diye eliyle gözlerini hızlıca silip ağlamamış gibi yapıyordu. “Ağlayıp durmayın çocuğun yanında.” diyorlardı ailenin büyükleri. “Bir sizin babanız mı öldü? Ölenin arkasından bu kadar ağlanır mı?” diye kızıyorlardı.
Ağlanmaz… Ağlanmaz belki. Fakat bizim babamız nasıl babaydı. Bizi, işlerimizin en çok olduğu orak harman zamanı bile uyandırmaya kıyamayan babamız. Bütün ömrü çobanlıkla geçmişti.
Ne hallerde okutmuştu bizi... Köyün ayak altındaki tarlalarını ortak ekerek… Kenarına kendisini çit yaparak… Ektiği orak tarlalarında üzüm koruğunu dövüp sirkesine soğan doğrayarak… Şeker şerbetini bulgur pilavına arkadaş ederek… “Bizim kaderimiz mi çobanlık? Oğlum okusun da kendini kurtarsın.” diye ne zorluklar çekmişti bizim için.
Nasıl ağlanmaz? Mümkün olsa ölünür bile, ağlamak ne ki?..
Ağabeyim bakmış benim düzeleceğim yok. Dalıp dalıp gidiyorum. Burdur’a geri götürmüşler. Biraz hap, iğne ile uyuşturup bir odaya yatırdılar. Acıyı, sevinci düşünmez hâle getirdiler bir hafta boyunca.
Dört beş yıl bayramların olmasını istemedim. Eller bayram namazından çıktıktan sonra önce babasının elini öpüyor sonra anasının. Biz her bayramda namazdan sonra anamın elini öptükten sonra biraz ağlıyor, ondan sonra güne intibak etmeye çalışıyorduk. Daha sonra alıştık. Artık birbirimizin gözüne bakmıyoruz ağlamamak için. Mübarek günlerde mezarlığa gidip; Besmele, Fatiha ve ardından üç ihlas okuyup başı dumanlı dağlar gibi buğulu gözlerle sessizce dönüp geliyoruz.
Bazen sohbetlerde anam anlatır: On bin lira göndermiştim babama. İkinci maaşımla yolluk parasını birleştirmiştim. Süt makinesi almış, borcu varmış. Birazını vermiş, on bin lirasını ödeyememiş. İstemişler parayı. Kimden alsam, kime söylesem diye düşüne düşüne giderken postacı: “Veli dayı, havalen var, postaneye gel al.” demiş. Hemen koşmuş babacığım. Kimden, diye sormuş. “Kim göndermiş bu parayı?” Ordu’dan, demişler. Öğretmen oğlundan. Gözleri dolu dolu, elleri titreyerek parayı almış, borcunu ödemiş.
Şimdi bazen düşünüyorum da, Almanyda’dan ağabeyim cenazeye yetişiyor. Üç bin km’lik dört devlet öteden. Bir günde gelebiliyor. Ben uğruna canlar feda edilen vatanımdan dört günde canım babamın soğuk yüzüne bile yetişemiyordum.
Keşke öğretmen olmasaydım. Çoban olsaydım kendi köyümde. Anamın, babamın yanında olurdum. Hemen koşardım bana ihtiyaçları olduklarında diye geçirdim içimden. Aradan dokuz yıl geçti. Ben hâlâ o ilk gündeki gibi azim ve sevgiyle cennet vatanın nice Hatiplilerinde, Begrelerinde, Hasanlarında çalışmaya devam ediyorum. Edeceğim de. Ayrılıklar, ölümler bu kutlu yoldan döndüremeyecek bizi.
19 Mayıs’ta içime düşen o ateş bir habermiş bana. Babamın bir çağrısıymış. Hakkın rahmetine kavuşuyormuş o sıralarda. “Gelsin son bir defa göreyim civan boylumu, öğretmenimi” demiş son sözlerinde. Ben sadece içimde bir sızı gibi hissedip geçirmiştim.
19 Mayıs 1981 bizim ailemizde bir göçük, bir yıkılış oldu. Çadırın ortasındaki direk alınınca çadır nasıl çökerse biz de öyle olduk işte.
Bazen türküler dinleriz “Ölüm ile ayrılığı tartmışlar. Elli gram fazla gelmiş ayrılık” diye. Demek ki ölümü tatmamış bunu söyleyen. Uzak da olsa kavuşma ümidi vardır ayrılığın. Fakat ölüm öyle mi?.. Gitti mi geri dönüşü yok.
Allah hiç kimseyi, sevdiklerinden zamansız ayırmasın. Ana, baba, evlat acısı tattırmasın.



ANNEMİZİN BİZLERİ YETİŞTİRME TARZI


Anam aslen Fethiye’nin Mından (yeni adıyla Kayabaş) köyü Yörüklerindendir. Hiç okulda okumamış. Fakat dedemin dayıma okuttuğu hikâyeleri ve dini bilgileri dinleyerek yetişmiş. Tam bir Osmanlı kadını denilen yapıda. Ömrü dağlarda hayvancılıkla geçmiş. Ailenin ilk çocuğu olması münasebetiyle dedem onu yanından hiç ayırmamış. Erkek çocukların yapacağı işleri de ona yaptırmış.
Annem ve babam yoklukla büyük mücadeleler vermişler. 9 çocuk dünyaya getirmişler. Ancak beş tanesi hayatta kalmış. Çocuklarını bir de 1,5 yaşından itibaren yanında kalan torunlarını en iyi bir şekilde yetiştirmişler. Kendileri hiç okul görmemesine rağmen çocuklarının üçü ve torunu iyi üniversitelerde okuyarak memleket hizmetine talip olmuşlar. Bundaki en büyük pay tabiî ki anama ait. Anamın çocuklarına karşı davranışı ve üslubu bizlerin okumasındaki en büyük etkendir.
Annemin çocuklarını uyandırırken, severken, yedirirken, içirirken, çağırırken kullandığı sözler hep onların güzel yetişmesini sağlamıştır. Annem her bir çocuğunu onun özelliğine göre çağırırdı.
Ağabeyim yardımsever ve “baba” tabir edilen bir karakterdedir. Onu severken “Herkesi koruyan, soğukta ısıtan, sıcakta serinleten koyu gölgelim, eren Ardıcım, Ali İhsan’ım” diye sever, saçlarının arkaya taranış biçiminden dolayı “Tos cambazlım” derdi. Ağabeyime “İlk göz ağrım, dert ortağım, canım oğlum” derdi.
Ablamı; “Sürmeli gözlüm, suna kızım, maya kızım” (Maya, Yörüklerde en güzel ve en değerli deve) diye severdi. Ablamı hep sürmeli gözlüm gibi sıfatlarla çağırırdı.
Beni severken –gerçi ailede herkes uzun boylu ama- “Şah boylum, gamış guzum (gamış, göllerdeki sazlar), göl gamışım, nazlı çocuğum, çifte benlim, burcu kokulum.” diye severdi. Annemin hep sevgi ile yetiştirmesi sebebiyle ben şu an başarılı bir devlet okulunun herkesin sevdiği, takdir ettiği bir idarecisiyim. Bir memurda olması gereken belgelerin tamamına sahibim.
Benim küçüğüm Nevzat biraz sarışındır ve her şeyi bilen, her işle uğraşan becerikli bir yapısı vardır. Ona, “Sarı Nevzat’ım. Her şeyi bilen çocuğum, bobayna guzum” (bobayna=nazlı hatırnaz) derdi. O da şu anda Antalya’da tek denilebilecek bir şirketin sahibi. Başarılı bir işadamı.
Alaaddin en küçüğümüz olduğundan onu severken de “Yıllar sonra bulduğum küçük danam, son kesenim, son göz ağrım.” derdi. O da Uludağ Üniversitesi Uluslar Arası İlişkiler Bölümünden mezun oldu. Almanya’da ekonomi üzerine mastır yaptı.
Annem, kendisinin yanında bir buçuk yaşından itibaren kalan torununu sürekli “Bilim adamı oğlum, akıllı çocuğum.” diyerek severdi. Yeğenim şu anda doktor ve Antalya Anadolu Hastanesinin genel müdürü...
Annemin en sıkıntılı, en meşakkatli zamanlarda bile kullandığı bu sevgi dolu cümleler en zor işleri en karışık zamanlarda dahi kolay kılmıştır. Bizler, bu sevgi atmosferini, birlik ve beraberliğin mutluluğunu hâlâ doruk noktasında yaşanmaya devam etmekteyiz. Bütün kardeşler olarak evli ve 3-5 çocuk sahibi olmamıza rağmen birbirimize olan saygımız, sevgimiz artarak devam etmektedir. Birlik ve beraberliğimizde hiçbir eksilme olmamıştır.
Babam da bir gönül adamıdır. Kalp kırmak, gönül incitmek onun en son yapacağı hatta hiç yapmayacağı şeydir. O da bizleri sevgiyle, fedakârlıkla yetiştirmiş, okumamız için elinden geleni yapmıştır.
Annemin kız kardeşini babamın erkek kardeşi almıştır. Annem bacısıyla elti babam da kardeşiyle bacanak olmuştur. Amcamların ve teyzemlerin de iki oğlu ve iki de kızı olmuştur. Babalarımız ve analarımız kardeş olmasına rağmen onların gerek boy post gerek okudukları okullar ve gerekse toplumdaki kişilik gelişimleri bizden çok farklıdır. Bizde en kısa boy 1,85’tir. Amcamın çocuklarının en uzunu 1,65. Bu fark hiç şüphesiz çocukların yetiştirilme tarzından kaynaklanmaktadır. Analar ve babaların kardeş olmasına rağmen arada her yönüyle bu kadar fark olması düşündürücüdür. Ben bunu bizimkilerin fazla kuralcı olmamasına, olması gerektiği kadar hürriyeti çocuklarına tanımasına bağlıyorum. Bizlerin hem eğitim hem de bedenen daha iyi yetişmesinde annemizin bize gösterdiği sevginin ve sevgi dolu sözlerinin etkisi muhakkak olmuştur. Annem çocuklarına hiçbir zaman beddua etmeden onları sevgiyle büyütüp yetiştirmiştir. Bizler evlendik. Hepimiz 3’er 5’er çocuk sahibi olduk. Hatta ağabeyim torun sahibi bile oldu. Anneciğim hâlâ bizleri severken bir iki yaşındaki çocukları sever gibi sevmeye devam etmekte, bizleri koklayarak sevgi dolu sözlerle bağrına basmaya devam etmektedir.

Hiç yorum yok: